Reklamı Geç
Zeno Mobilya
Alo Böcek
Merkez Market
Merkez Market
Zülfiyar

Zülfiyar

Mail: [email protected]

Hayatın Kıyısında: Yaşadım, Öğrendim, Yazdım…

 

Hayatın Kıyısında: Yaşadım, Öğrendim, Yazdım…

 

Süleyman Yılmaz

 

Anı seyyalde yarım asrı aşkın bir ömrü geride bıraktık. Hayatın engebeli, hengâmeli, bazen de netameli yolundaki seyrüseferimiz artık bayır aşağı bir seyir izliyor. Hazır sağ ve salimken hafızamız yerindeyken hayata bir kayıt, tarihe bir not düşmemizin zamanı geldi ve geçiyor. Her hayatın bir hikâyesi, her hikâyenin ise model bir aktörü vardır. Yaşananlar bir döngüdür, nöbetleşmedir âdeta bazen hayat aktörü, bazen de aktör hayatı yazar, akıp giden ömürde. Bazen aktör dalgasını geçer hayatla, bazen de hayat dalgasını geçer aktörle. Böylece kardeşçesine birbirleriyle geçinip giderler. Eğitimci Acar Baltaş “Her hayat bir hikâyedir ama bir hayatın içinde acı, fedakârlık, hayal kırıklığı ve başarısızlık yoksa o hayattan bir hikâye çıkmaz.” der.

İnsanın dünyalık hayatının sınırları vardır; hayatın limiti, kulağına okunan bir ezan ve gıyabında okunan bir sala ile çizilir. Gerisi aktörün maharetine kalmış, tercihleriyle ve el çabukluğuyla dünyalık ve ahretlik adına ne sığdırabilirse ömrüne ne doldurabilirse heybesine...

Matematiksel bir tarifle denilir ki; hayat aynen bir integral işlemi gibidir. Kısa ömürde yaşanmışlıkların toplamı doğumla ölüm arasında biriktirdiklerimizin özetidir. Görünüşte uzun olsa da göz açıp kapayıncaya kadar geçen sayılı günlere, acı tatlı, sevinçli kederli, başarılı başarısız, şanslı talihsiz, yokuşlu inişli yaşanmış ve spektrumun her rengi sığdırılmıştır. Tıpkı, insan ile hayat arasındaki intisabı belirten Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya türküsü gibi;

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım, akar ya,

Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya,

Su iner yokuşlardan hep basamak basamak,

Benimse alın yazım yokuşlarda susamak,

Her şey akar; su, yıldız, insan ve fikir,

Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir…

Sosyal akışa dair günlük kısa paylaşımlarımı okuyan dostlar, hocam kaleminiz güçlü, ülkemizin genel ahvalini, sosyal ve siyasal anlamdaki olgu ve olayları anlatıp sizin gözlem çerçevenizden tarihe not düşseniz iyi olmaz mı, dediler. Dostların tavsiyesi öncesi eşim, hayatımın biyografisini yazmamın daha yerinde olacağını söylemişti.

Kendi biyografimin kuru kuruya yazılması çok cazip olmaz. Mamafih, okuyucuyu kendi dünyamla meşgul edip boğmak yerine, yarım asrı aşan dönemde benim yetişmemle eş zamanlı olarak ülkemde şekillenmiş ahvali, sosyal ve siyasal gelişmeleri de içeren bir çalışma olması hem eşimin hem de dostlarımın düşüncelerini gerçekleştirmeyi sağlayacaktı. Önceleri bir roman kurgulayıp sanal isimler üzerinden gitmek istedim. Ama kendimden ve gerçeklikten uzak, belki okuyucunun bu kim acaba diye sorgulayacağı bir betimleme olacaktı. Sonra kararımı verdim; olacaksa doğrudan gerçek, yalın ve kendi yaşanmışlığımın hikâyesi olsun istedim.

İyi bir birey olmayı, topluma faydalı bir insan olmayı amaç edinen ve bu misyonun sorumluluğunu taşıyan bir x-kuşağı insanı olarak kasabadan başlayıp akademisyenliğe,

dekanlığa ve sivil toplum gönüllülüğüne kadar uzanan hayat hikâyemizde hayatımızı etkileyen, sosyal ve siyasal ölçekteki keşmekeşler, kaoslar, çalkantılar ve adanmışlıklar, çalışmanın çerçevesini belirledi. Hayat, ya imkânlarla kurulan düzen içinde “ballı lokma tatlısı” veya imkânsızlıklarla sizi kuşatan ve çırpındıkça dikenleri canınızı acıtan fundalıklarla örülmüştür. Kimi arkasından iten bir elle yüksek zirvelere hızla ulaşırken kimi de önüne konulan bariyerlerle engelli parkuru aşmak zorundadır. Kimine altın kâsede şerbet sunarken kimisine de kızılcık şerbetini bile çok görür. Olsun, sonuçta o da yaşar, öteki de... Birisi mananın farkına varmadan diğeri hayatı dem ve damarlarına kadar dolu dolu yaşar. Önemli olan anı değerli kılmak, geleceğe öykü olacak güzel anılar biriktirmektir aslında... Dolambaçlı yollarda bıkmadan, usanmadan, kurulan, tasavvur edilen hayallere ulaşmaktır. “Bak işte oluyor, istenince oluyor, onca zahmete değdi.” demektir, kimi zaman. Başardıkça menkıbeler yazmaktır hikâyende. Bazen istenilen sonuçlarla bazen de keşke hayatımızda hiç olmasaydı dediğimiz anılarla. Asıl olan iyi kilerin keşkeleri aşmasıdır bir anlamda.

Kederle sevincin, hüzünle mutluluğun, acıyla tatlının kesişim noktasıdır hayat; olgunlaştırır, nefes almanıza, tutunmanıza yardım eder, iç dinamizminiz ve enerjinizle keyifli bir koşuşturmaya dönüşür. Sen koşarsın, o uzaklaşır, sen durursun, o devam eder. Haydi, haydi, der. “Senin neyin eksik.” der. “Kalk ayağa, yoksa üstünden çiğneyip geçecekler.” der. “Acımasız duyguların girdabında kaybolma.” der. “Sen hayata ne verirsen, hayat da sana onu verir.” der. Kalkarsın, üstünü başını silkeleyip, elini yüzünü temizleyip yeniden yeniden düşersin yollara; her yeniden doğan güne merhaba, zevale mahkûm olan her güne elveda diyerek. Tıpkı termodinamikteki Carnot makinesi çevrimi gibi, tükettiklerin ve ürettiklerin hayat için verimini belirler.

Sonunda kâr ve zarar dengesi oluşur ve son durumun çek edilir. Nedir elde kalan? Kâr mı yoksa zarar mı? İyilik mi yoksa kötülük mü? Bir tık ötesinde sevaplar mı baskın, günahlar mı? Zaten hayatımızın felsefesi değil mi bu sayılanlar. Başrolde sen, senaryoda 5N 1K. “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum, bu dünyada işim ne?” soruları değil midir hayatın ta kendisi. Yoksa sonuçta toprağa karışıp gideceksem nedir bu kıran kırana koşuşturma, hileler, şüpheler, entrikalar, oyunlar. Hayatın pahası değmeli yaşamaya, yoksa diğer varlıklar da yaşıyor tıpkı ben gibi, yiyerek, içerek, uyuyarak. Bir farkı olmalı, evet Sait Halim Paşa’nın dediği gibi bir farkı olmalı insanın; zooloji ilmiyle sosyoloji ilminin arasında bir fark gibi olmalı; düşünemeyen hayvandan düşünebilen insana.

Oğuz Atay, romanında entelektüelliği yansıtmaya çalışır. Entelektüellik, yalnızca kendi mesleğinin başarısı değildir. Ya nedir? Entelektüellik, hayatı okuma kültürüdür, hayatı anlama felsefesidir, kendini ifade edebilme yetisidir, varsa hünerlerini, becerilerini, yeteneklerini koyabilmektir ortaya, hayata renk katabilmektir, hatta dokunabilmektir bir başkalarının hayatına. Hem cümlelerin sonunda ekler: “Tüm bunlar için de üç kuşak geçmesi gerekir.” diye. Bizimkisi de işte olması beklenen üç kuşağın zincirinin ilk halkası olabilmektir aslında. Ha biraz eksik, biraz fazla olmuş ne çıkar!

“Coğrafya kaderinizdir.” diye baştan bir kabullenme vardır. Coğrafya insanların fizyolojisini, etrafındaki kültürel ve sosyal örüntüyü, hatta insanın karakterini yansıtan tabiatı, fıtratı üzerinde etkili bir rol oynayabilir. Mutlak anlamda her şeyi coğrafyaya yıkmak da insaftan uzak olur, kadercililik olur. Pakistan coğrafyası çok mu iyi ki, Muhammed Abdüsselam o coğrafyadan çıkıp 1979’da Nobel Fizik Ödülünü alıyor ve İslam dünyasının makûs kaderini değiştiriyor. İşte Aziz Sancar, Mardin’den başlayan hayat serüveninde çalışmayı esas alarak 2015 Nobel Kimya

Ödülünün sahibi oluyor. İşte Uğur Şahin, Covid-19 için geliştirdiği aşı insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktası oluyor. İşte İslamköylü Süleyman Demirel köyünden çıkıp bu ülkeye yedi kez başbakanlık ve bir kez cumhurbaşkanlığı yapıyor. Nelson Mandela Güney Afrika Cumhuriyeti’nde hapiste verdiği fikir ve düşünce mücadelesiyle halkının liderliğine yükseliyor. İşte Mahatma Gandi Hindistan’da yaşadığı onca zorluğa rağmen ülkesinin, insanının ve diğer insanların gönül tahtına girmeyi başarıyor. Bu örnekler çoğaltılabilir. Sözlü bilim ve eğitim tarihine ışık tutan bilim insanı ve eğitimcilerimizle yaptığımız söyleşileri içeren “Hayata Dokunlar” isimli eserimizde coğrafyasına sığmayan isimler vardır.

Bir eserin şekillenmesi elbette kolay olmuyor. Kafanızda önce bir kurgu oluşturuyorsunuz. Bir taraftan hayatınız dokunurken diğer taraftan tarihî olay ve olgular günün anlamında senkronize olarak ilmek ilmek örülmeli zihninizde. Sabahın erken ve sessiz saatlerindeki yürüyüşlerimiz, zihnimizde kurgumuzu oluşturmada en büyük fırsatımız. Yürürken metne yedirmeyi düşündüğüm olaylar sinema şeridi gibi geçer aklınızdan ve siz hatırda kalanları listelersiniz. Listelenen olaylar edebî ölçülerde ete kemiğe bürünüyor. Unutulan veya atlanılan bir konu sonra tekrar hatırımıza gelirse yeniden yerini bulup yerleştirirsiniz uygun ortamına. Ya hatırlayamadıklarımız? Onlara yapacak bir şey yok artık! Belki sırasını bekliyordur, diğer baskılarda.

Kitapta çoğumuz kendi hayat hikâyemizi, yaşanmışlığımızı, sosyal çevremizi bulacağız. Bir yanda çocukluğumun 12 Eylül İhtilali ve o iklimde yaşanan sosyal travmaları, bir tarafta meslek hayatımın baharında yaşadığım 28 Şubat’ı ve sonrasında şekillenen Türkiye iklimini, bir türlü geçmeyen, kabuk bağlayan yaralarını, son demde 28 Şubat refleksiyle beslenmiş muhafazakâr dürtülerin sekülerleşmesi sonucu yüz yüze geldiği hayatlar ve duruş imtihanını... Sonra merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Vatanı sevmenin bedelini, çilesini bizler çektik, edebiyatını başkaları yaptı.” ifadesi gelir aklımıza. Çünkü 28 Şubat’ın gerçek mağdurları çektikleri çilenin, ödedikleri bedelin çığırtkanlığını yapmadılar. Onlara göre bu bir imtihandı, inanç şuurunu ölçen bir imtihandı. Bir eli yağda, diğer eli balda olanlar maalesef bu şuuru kavrayamadı. Nimetlerine yani edebiyatına talip olup menfaat devşirmeyi tercih ettiler. İnançlarıyla imtihan olmanın o ulvi lezzetini asla tadamadılar. 15 Temmuz, darbelerden bıkmış, bu kelimeyi lügatinden silmek isteyen toplumumuz için yaşananların tuzu biberi oldu. Toplum üzerinden operasyon yapılıyordu ve ceremesini yine bu toplum çekiyordu. Ne demekti dâhilde birbirine kalkışmak, silah çekmek. Hem de 21. yüzyıl gibi uzay çağında, anlaşılır değildi. Kendimizi primitif toplumlar gibi görebileceğimiz meşum bir vakıa. Son olarak ülkemizi yasa boğan 11 ilimizde eş zamanlı etkisi görülen ve on binlerce vatandaşımızı kaybettiğimiz 6 Şubat depremi. Kitap taslakken gerçekleşti ve hayatımızı etkileyen vahim bir olay olarak kitapta yer alması gerektiğini düşündüm. İçimizde ahlar, esefler çoktur. Gerisini isterseniz kitabın akışına bırakalım. Kitapla, birçoğumuz ne kadar çok kendi yaşanmışlıklarınıza benzediğini göreceksiniz. A, ne kadar da bizden biriymiş diyeceksiniz.

Evet, hayatın tam kıyısındayız. Ne tamamen içinde ne tamamen dışında. Ne tamamen buraya ait ne tamamen yabancı. Amerika'da Sevgi Kürsüsünden Leo Buscaglia’nın “Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek” isimli çalışmasında olduğu gibi biz de tarihe not düşmek için “Yaşadık, öğrendik ve yazdık.” Kitabın oluşmasında destek veren başta eşime, dostlarıma; yayınlanması sürecinde emeği geçen tüm Nobel Akademi Yayınları emektarlarına ve redaksiyon sürecinde değerli katkılarından dolayı edebiyatçı yazar Mahmut Kaplan Hocamıza teşekkür ederiz.

Keyifli okumalar dileğiyle…

 

youtube

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar
Yükseliş