Dile Dolanan, Sadece Akif mi?
Ölenlerin arkasından konuşmak moda oldu. Şimdi de Ahmet Şimşirgil, bu modaya ve bu modanın kervanına katıldı. Merhum Akif'e olan düşmanlığıyla öyle bir noktaya geldi ki, artık onu tutana aşk olsun. Ona, bu hızla ve bitip tükenmez bir hırsla saldırmaktadır. Ne dediğini bilmez bir halde biteviye konuşmakta ve yazmaktadır. Akif’i anlamaya değil, aksine bitirmeye yönelik ipe sapa gelmez yorumlar ve gevezeliklerle arz-ı endam etmekte ve kamuoyunu meşgul etmektedir. Bunu yaparken de suret-i haktan görünmeyi de ihmal etmemektedir; öyle ki bunu, Büyük Hakanımız İkinci Abdülhamit Han’ın yanında gözükerek yapıyor. Şimdi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında gözüktüğü gibi. Sormazlar mı adama: 15 Temmuz gecesinde bu millet her şeyini feda ederek meydanlara koşuştururken zat-ı alileri neredeydi? Her şey süt liman olduktan sonra mı kahramanlık damarları tuttu? İddialarının hangi birini ciddiye alıp cevap vereceksiniz? Her okunduğunda tüylerimizi diken diken eden ve o anı bize bütün derinlikleriyle yaşatan Çanakkale Şehitleri şiirinden başlayalım isterseniz. Şunu söylemektedir: "Mehmet Akif, Çanakkale Şiirinde hududu aşmıştır. Yanlış yapmıştır.” Akif’in, “Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.” dizesindeki Bedr’in aslanları ile Çanakkale şehitleri arasında bir mukayese yaptığından hareketle hududu aştığını iddia edebilmektedir.
Gelin de siz “Bu ne pervasızlık, bu ne ciddiyetsizlik!” demeyin. Bırakın böyle bir destanı kaleme almayı, bu destanın bir dizesini bile anlama kültüründen yoksun birinin onu eleştirmeye kalkışması, onun haddini bile bilemeyecek bir adaptan uzak olduğu anlamına gelmez mi? Özlem Pala’nın programında, sözüm ona bilgi vermeye çalıştığı bir meselede, kavramlar konusunda söz söylemeye mahal bırakmayacak kadar yabancı olduğunu bizzat kendisi göstermektedir: Abdülhamit’e karşı olanları sıralarken, “Dinsiz Abdullah Cevdet, dinsiz. Buna N. Fazıl Kısakürek, ‘adudullah’ (Allah düşmanı) diyor.”1 diye açıklama yapmaktadır. ‘Adudullah’ın Allah düşmanı anlamına gelmediğini, bunun ‘Aduvvüllah’ olması gerektiğini kim bilmez? Bu kültür adına ahkâm keserken, adudullah’ı, aduvvüllah’tan ayırt edememek, ilmi açıdan bir nakısa değil midir?
Istılahî bilgiler bir yana, bir milletin ruhunu yansıtan anlayış kavranmadan mı Akif değerlendirilecek? Bilinmeli ki böylesine sığ yaklaşımlarla Akif’in ne şiiri, ne şiirinin terennüm ettiği ruh, ne de kurtuluş destanları yazan kahramanlar anlaşılabilir. Her dizesi bir şaheser olan, ihtiva ettiği mana ile insanı tir tir titreten muazzam şiirin husule gelmesi bile olağanüstü bir ilhamın ve inancın tezahürü olduğunu ortaya koyarken, “hududu aşmak” gibi bir yaklaşım, “hadsizlik”in dışında nasıl açıklanabilir? Kaldı ki, karşı çıkılan mısraların anlaşıldığı gibi olmadığını söyleyen çok sayıda ilim erbabı da vardır ve onlar, bu manada İslami ruhun terennüm edildiğini söyler:
“Bedir harbinde peygamberimiz çadırına giriyor, ellerini açıyor ve 'Ya Rabbi 300 tane Mücahit bugün buraya, senin isminin yeryüzünde anılması için gelmiş, Eğer bunlar mağlup olurlarsa senin adını anacak kimse kalmayacak, sana secde edecek kimse kalmayacak, Onun için Ya Rabbi vaadini yerine getir ve yardım et'. Buradaki ana (mesaj) Tevhid ve şirkin mücadelesidir. Toprak almak, Toprak vermek; şan şöhret değildir. Ya şirk Galip gelecek, ya Tevhid! Tek savaş budur. Mehmet Akif onun için diyor ki, 'Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi’; Çünkü Çanakkale boğazından o emperyalist iki büyük donanma geçtiğinde, İstanbul, âlem-i İslam'ın kalbi ve beynidir. İslam âlemi yok edilecektir. Bu nedenle oradaki savunmayı, 'Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi' derken buradaki 'ancak' kelimesi başka savaşlarda olmayan (mesajı) vurguluyor. Yoksa ikisini mukayese etme meselesi değil. Bir Türkçeyi bozarsanız; bir dilin hâkimiyetini… 'Öküz' de öyle anlar. Virgülü buraya mı koyayım, oraya mı koyayım? Sadece manasındadır o.”2
Kendine yer edinmek için akıl, mantık ve izan ölçülerini rafa kaldırarak önüne gelene saldırmanın bir manası var mı? Temellendirilmiş bilgiler olmadan, duyguları istismar ederek tribünlere oynamak, ilim adamına (!) ne kadar yakışmaktadır? Bir kimse düşünün, 15 Temmuzdan önce suspus olacak, ama ondan sonra da yel değirmenlerine saldırmak için atına atlayacak! Ne ala, ne ala! Ayrıca, bu zatın diline dolamadığı kimse kaldı mı acaba? diye düşünmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. “İhanetin analizi” makalesinde söylediklerine dikkat buyurun:
“Fethullah Gülen (F.G.) 1980 öncesinin en ateşli vaizi idi. Nurcuların en kapalı gurubu olup özellikle Seyid Kutup gibi İslamcı denilen ihtilalci liderlerin tesiri altındaydı. Nitekim gençlik yıllarını Seyid Kutub’un eseri olan ‘Fizilali’l Kuran elimizden düşmezdi’, diyerek belirtecektir.”3 iddiası da, iddiadan öte cehalet değilse tam bir komedidir. Bırakın Feto’yu, Nur cemaatinin büyük bir kesiminin, kolay kolay Said-i Nursi’nin kitapları dışında bir kitap okumadığı bilinir. Nerde kaldı ki Feto, Seyyid Kutub gibi bir şehidin kitabını okusun ve onu rehber ittihaz edinsin! Aslında tam da burada sorulması gereken soru şudur: “Sözüm ona, bu kadar aleyhine atıp tuttuğunuz Feto’nun beyanatı, ne zamandan beri sizin için geçer bilgi oldu?”
Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır Seyit Kutup şehit edilmeden önce kendisine şu teklifte bulunur: “Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’dan özür dilediğin takdirde idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacaktır.” Seyit Kutup bu teklif karşısında şu tarihi ve de destansı cevabı verir:
“Eğer idamı hak etmiş olarak, hakkın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır, eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam.” Dilini şehidin kanına pervasızca bulayanların, öncelikle Allah katında dişe dokunur hangi amellerinin olduğunu sorgulasınlar, sonra da dönüp, Allah’ın düşmanı karşısında, canı pahasına eğilmeyen ve şehadete koşan bu kahramanla, Amerika’yı mesken tutmuş ve onların kucağında mest olmuş ve vatanına ihanet etmiş bu melun yaratık arasında nasıl bir bağ, nasıl bir ilinti kurulduğunu ve hiç Allah’tan korkmadan o cümlelerin nasıl sarf edilebildiğini düşünsünler!
Esasen dile sahip çıkmak, çok önemli bir meziyettir. Seyyid Kutup, Mehmet Akif ve daha nice değerler, egoların tatmini ve nefislerin putlaştırılması uğruna, itibar suikastına maruz tutulmuşlardır. Son zamanlarda bunlara bir de Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez eklendi. Fetö’nün bile kendi adına “Fetullah” derken, ki nüfus cüzdanında öyledir. Malum Prof. tarafından ona “Fethullah” payesi verilerek ve hem de söyledikleri, Müslümanların aleyhine delil ittihaz edilerek kullanılırken, verdiği bilgilere şüpheyle bakılmadan kabul görmesi mümkün görünmemektedir.
Son bir söz: Hiçbir kul, hatadan hali değildir. Hal böyleyken, bir hatasından dolayı insanı külliyen reddetmek ve hatta onu ihanet çemberine sokmak da iyi niyetin göstergesi kabul edilemez. Ne ki, Akif merhum için de durum aynıdır. Akif, en fazla Abdülhamit cennetmekân konusunda yanılmıştır denilebilir, o kadar. Bu milletin evladı olarak bize düşen de her iki ecdada Fatihalar göndermektir. Değilse bu yapılanlar ve söylenenler, fitne ateşini harlamaktan başka bir manaya da gelmeyecektir!






















































